Yakup Coşkun
Yakup ÇOŞKUN[1]
Allah Teâlâ insanı yarattıktan sonra ona ismet (dokunulmazlık), hürriyet (özgürlük) ve mâlikiyet (mülkiyet) hakları vermiştir.[2] Bu haklar sayesinde bazı sorumlulukları yerine getirmeye ehil konuma gelen kul, “bezm-i elest” diye ifade edilen sözleşme meclisinde yaratıcısıyla ulûhiyyet-ubûdiyyet antlaşması yapmıştır. A‘râf suresinde Allah Teâlâ kullarına “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda onlardan “Elbette öylesin” cevabını almış, bu sayede kıyamet günü onların “Bizim bundan haberimiz yoktu”[3] diye mazeret göstermeleri engellenmiş, sorumluluğun âdil bir temele dayanması sağlanmıştır.
İmam Ebû Hanîfe’nin (v. 150/767) – Allah ondan razı olsun – tanımına göre fıkıh “kişinin hak ve yükümlülüklerinin bilgisine” denmektedir. Kulun rabbiyle yaptığı anlaşmanın bir sonucu olan hak ve mesuliyetlerin, her bir Müslüman tarafından bilinmesi ve hayata geçirilmesi zorunludur. Hz. Peygamber’in (sav) buyurduğu gibi “ilim talep etmek her Müslüman üzerine farzdır”.[4] Burada ilimden kastedilen de yine haklar ve sorumluluklardır.
Kaide olarak dinî konularda Allah’ın indirdiği ve Hz. Peygamber’in (sav) teşri ettiği hükümlere uymanın gerekliliği bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmektedir. Nitekim Kur’ân’da Allah ve O’nun elçisine itaat edilmesi emredilmektedir.[5] Ayrıca “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının”[6], “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir”[7] gibi ayetler de dini konularda bu kaynaklara uymanın önemini göstermektedir. Ancak bunları öğrenirken hangi usulün takip edilmesi gerektiği ve her bir Müslümanın Kur’ân ve sünnete doğrudan başvurarak hüküm istinbâtında bulunmasının mümkün olup olmadığı hakkında özellikle son asırlarda farklı yorumlar yapılmıştır.
Hanefî mezhebinin teşekkülünde ana omurgayı oluşturanlardan biri olan İbrâhîm en-Nehaî’nin (v. 96/714) – Allah ondan razı olsun – şu sözü bu hususta manidardır: “Her gün abdest ayetinde geçen “dirseklere kadar yıkayın” ifadesini okuduğum halde sahâbenin abdest alırken ellerini bileklerine kadar yıkadıklarını görsem ben de öyle yapardım.”[8] Burada vurgulanmak istenen nokta dinî nasların uygulamadan bağımsız mütalaa edilemeyeceğidir. Başka bir ifadeyle gerek ibadetle alakalı ve gerek muâmelâta dair hükümler sahâbe ve tâbiîn müçtehitleri tarafından sadece nasların yorumlanmasıyla elde edilen hükümler değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarının nesilden nesile yaşanmak suretiyle aktarılarak öğrenilen şeylerdir.
Buna göre vahyin ehl-i sünnet mezheplerin fıkhî müktesebatına iki yolla ulaştığını söyleyebiliriz; ilki Müslümanlar arasında yürürlükte olan amel; ikincisi ise bunların şahitleri olan Kur’ân ve hadislerdir. Bu berekete sonraki nesillerin bir daha nâil olması mümkün değildir. Bu durumun tabii bir neticesi olarak Müslümanlar asırlar boyunca ilk nesillerde temayüz etmiş imamların mezheplerine tabi olmuşlardır.
Fıkıh ilminde ortaya konulan ilmî mirası göz ardı ederek yapılan yanlışlardan birisi de İmam Ebû Hanîfe (ra) gibi müçtehidlerin fetvalarını kütüb-i sitte gibi hadis mecmualarına kıyaslayarak delili daha kuvvetli olanla amel etme iddiasıdır. Bu usulü takip etmenin doğru olduğunu savununlar genelde imamlardan rivayet edilen “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur”[9] sözünü esas almaktadırlar. Ancak burada kastedilen, delilin amel edilmeye elverişli olmasıdır.[10] Yani kişi mezhepte mevcut olan bir görüşün, okuduğu sahih bir hadise zahiren muhalif olduğunu görse, Arap dilinin özelliklerine, nâsih-mensûh[11] ve muhkem-müteşâbih[12] gibi Kur’ân ve hadis ilimlerine vakıf olduğunda, kısacası müçtehidlik derecesine ulaştığında ancak sahih hadisle amel edebilir. Ayrıca bu gördüğü sahih hadisle amel etmeyi engelleyen bir unsurun olmadığından da haberdar olması gerekir.
Konun anlaşılması için bir örnek verelim: İmam Şâfiî’nin (v. 204/820) – Allah ondan razı olsun – talebelerinden İbn Ebi’l-Cârûd “Hacamat yapan da yaptıran da orucunu bozmuştur”[13] hadisini delil göstererek İmam Şafiî’nin de bu görüşte olması gerektiğini iddia etmiştir. Zira onun sahih hadisi kendi görüşüne takdim ettiği bilinmektedir.[14] Ancak imam Şafiî açıkça hadisin mensûh olduğunu belirtmiş ve bu rivayetin hadis kâidelerine göre sahih gözükse de bir illet gereği onunla amel edilemeyeceğini ifade etmiştir.[15]
Verilen misalden de anlaşıldığı gibi hadis ilminin meselelerini bilmeden ve müçtehidlerin hadisleri terk etme sebeplerine vakıf olmadan verdikleri hükümler hakkında tahminlerde bulunmak yanlıştır. Ayrıca mutlak manada sahih hadisin kendi başına ameli gerektirmesi iddiasının doğru olmadığını, âlimlerin “Ben hadisleri işitirim/öğrenirim. Kendisiyle amel edilmeye elverişleri olanları seçer, diğerlerini bir kenara bırakırım”[16] ve “Hadislerin birçoğu dalâlet sebebidir”[17] gibi sözlerine bakarak da anlayabiliriz. Bazı rivayetlerin diğer bazılarına tercih edilip terk edilmesinin sebebi onların amel edilmeye elverişli olmaması, mensûh ve te’vîl edilmiş olmasındandır. Bunu, Ebû Hanîfe (ra) gibi henüz sahâbenin bıraktığı izlerin daha taze olduğu övülen ilk üç asırda yaşayan mezhep imamları kolaylıkla anlayabilirler. Hadislerin birçoğunun sapıklık sebebi olmasını ifade eden söz, köklü bir ilim olmadan sadece nakledilen rivayetlerin zâhirine bakılmasından dolayı kişiyi yanlış neticelere götürebileceği için söylenmiştir.
Bununla Ebû Hanîfe (ra) gibi bazı âlimlerin fazla hadis rivayet etmemelerinin ve daha ziyade fürû fıkhın tespiti noktasında gayret etmelerinin sebebi de anlaşılmaktadır. Zira bazı hadislerde helallik ve haramlık gibi farklı hükümler içeren unsurlar vardır. Hangi hadisin amele uygun olduğunu ifade etmeden aktarılan hadisler Müslümanları haramın helal ve helalın de haram olarak görülmesine sebebiyet verebilir. Bu tehlikenin farkında olan âlimler hadislerin (açıklamasının) ancak helalı haramdan, haramı da helalden ayıran fakihlerden alınacağı, her işin ehline bırakılması gerektiğini belirtmişlerdir.[18]
İmam Mâlik’in (v. 179/795) önde gelen talebelerinden, 400 kadar hocası olduğu bilinen ve hadis alanında zamanında hüccet sayılan İbn Vehb (v. 197/813) gibi bir âlimin “Allah beni İmam Mâlik ve Leys ile kurtarmış olmasaydı mutlaka sapıklığa düşerdim”[19] demesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Aslında o, bu sözüyle açıkça salt hadis toplamanın bir fayda vermeyeceği ve nasların sadece üzerinde düşünerek değil de ilk nesillerin bunlarla nasıl amel ettiğine de bakmanın gerekliliğini vurgulamaktadır.
İlim mirasına uymanın gerekliliğini şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Havanın yoğun tozlu olduğu, bazen de göz gözü görmediği bir çölün ortasında yürüyorsunuz. Pusulanız olmadan veya daha önce yürüyen birisinin bıraktığı izleri takip etmeden yolu bulmanız, varacağınız yere sağ sağlım ulaşmanız mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz bu tozlu vadi günlük hayatımızdır. Hedefe ulaşmak, yani hidâyete ermek ve dünya-ahiret saadetine nail olmak için hedefe varmak isteyen çölde yürüyen birisi gibi öncelikle yola koyulmak gerekir. İşte bu yol şeriattır. Ancak bu yolda yürürken önümüze birçok engel çıkar ve bazen yolu şaşırabiliriz. Ayak izlerinin hemen kaybolduğu, serapların bol olduğu ve bir kez yoldan çıkınca bir daha doğru yolu bulmanın neredeyse mümkün olmadığı bir çöl ortamında, bu yolu daha önce yürüyen bilirkişinin bıraktığı izleri takıp etmenin zorunluluğu aşikârdır. Aynı şekilde şeriatı kendisine maksat edinmiş kişi, onu öğrenirken istikamet üzere gitmesini sağlayan bazı sebeplere/izlere tutunması gerekir. İşte bunlar sünnet ve müçtehid imamların bıraktığı izler, kısacası; 14 asırdır oluşturulan ilim mirasıdır.
Dinî bilgilerin hakikatine vâkıf olan sahâbe ve müçtehid imamların gayretleriyle başlayan ilim mirasını reddetmek İslâm’ın 14 asırdır anlaşılmadığını iddia etmektir ki bu iddia ne ilmî ne de vicdanî esaslara sığmaktadır. Bu; âlimleri ve bıraktıkları eserleri kutsamak, masum saymak ya da fıkıh kitaplarında yazan her malumatı arka planını kavramadan günümüze taşımak manasına gelmez. Lakin sahip olduğumuz muazzam ilmî birikimi silip baştan kurgulamayı istemek -özellikle ilim seviyesinin en zayıf noktayı ulaştığı günümüz için- mevcut olanı yeniden icat etme davası gibi; abesle iştigaldir.
[1] Tahsil İlim Merkezi Müderrisi.
[2] Debûsî, Takvîmü’l-Edille, 417-424.
[3] A’râf: 172-173.
[4] İbn Mace, Mukaddime, 17.
[5] Âl-i İmrân: 132.
[6] Haşr: 7.
[7] Nisâ: 59
[8] Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfiyâ, IV, 227.
[9] İbn Kesîr, Tefsîrü-‘l-Kur’âni’l-Azîm, I, 496; İbn Salâh, Edebü’l-Müftî ve’l-Müsteftî, 118.
[10] Muhammed Avvâme, Eseru’l-Hadîsi’ş-Şerîf fî İhtilâfi’l-Eimmeti’l-Fukahâ, s. 59.
[11] Nesh, “Kendi açımızdan devam edeceğini sandığımız hükmün sona erdiğinin beyan edilmesidir”. Cessâs, el-Fusûl fi’l-Usûl, II, 199.
[12] Muhkem, manası tebeddüle (değişme) açık olmayacak kadar güçlü bir delille pekiştirilmiş lafızlara denir. Bunlar te’vîl ve nesih edilmeye muhtemel değildir. “Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir” ayeti buna bir örnektir.
Muhkemin mukabili olan müteşabih ise nassın gerektirdiği bir şeyin aklın gerektirdiği bir şeye, mana yönünden birden fazla ihtimal taşıması sebebiyle, kesin bir şekilde muhâlefet etmesi manasına gelmektedir. Bunların manaları hakkında araştırma yapılmaz, hak olduğuna iman edilir. Bazı surelerin başında mevcut olan hurûf-i mukattâ buna bir örnektir. (Debûsî, Takvîmü’l-Edille, I, 117-118).
[13] Ebû Dâvûd, “Savm”, 2367; İbn Mâce, “Sıyâm” , 1679.
[14] Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, II, 157; Nevevî, el-Mecmû’ şerhu’l-Mühezzeb, 104; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, I, 68.
[15] İdrîs b. Abbâs eş-Şafiî, el-Ümm, VIII, 529.
[16] İbn Abdülber, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihi ve Mâ Yenbagi fî Rivâyetihi ve Hamlihi, II, 130.
[17] Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, II, 158.
[18] İbn Abdülber, et-Temhîd, I, 29; Kastallânî, Letâʾifü’l-İşârât li-Fünûni’l-Kırâʾât, I, 80, 94.
[19] İbn Hibbân, Kitabü’l-Mecrûhîn mine’l-muhaddisîn ve’d-Du’afâ ve’l-Metrûkîn, I, 42.


