Melih ALTUNTAŞ
Sözün “Ne Demek İstediğini” Değil “Ne Dediğini” İrdeleyen İlim: İlm-i Belagat [1]
İlk bakışta yazının başlığı şaşırtıcı gelebilir; hatta hatalı bile gelebilir. Gerçekten de insan tam aksini bekliyor. Çünkü nahiv ilmi “sözün ne dediğini” belagat ilmi ise “ne demek istediğini” ve sözün inceliklerini inceleyen ve irdeleyen bir ilim olarak bilinir. Biz de bu mevzu hakkında yazı yazmaya karar verdiğimizde bu yazının başlığını -şu ankinkin aksi olmak üzere- “Sözün “Ne Dediğini” Değil “Ne Demek İstediğini” İrdeleyen İlim: İlm-i Belagat” olarak düşünmüştük.
Şöyle ki; evet, bazen bir sözün “ne dediğini” idrak etmek için kelimelerin manalarını ve dil kaidelerini bilmek kâfidir. Ve bu hususta belagat ilmine ihtiyaç duyulmaz. Ancak bazen de -bırakın “ne demek istediğini”- “ne dediğini” bile onsuz anlamak mümkün değildir!
Belagat İlmi Tam Olarak Nedir?
Belagat ilmi eskiden beri medreselerimizin müfredatında yer almaktadır. Sarf, nahiv ve vaz gibi birçok alet ilmine nazaran belagat ilmi müfredatta sonra gelir. Bunun sebebi ise talebenin, -bu ilmi hakkıyla tahsil edebilmesi için- birçok ilmi önceden belli bir seviyede tahsil etmiş olması icap ettiğindendir.
İlm-i belagat, Ebû Yakub es-Sekkâkî (v. 626/1229) sonrası aldığı son hâle göre üç kısma ayrılır ve bunların ilk ikisi (meâni ve beyân) bu ilmin esasını teşkil ederken sonuncusu (bedî) bunlara bir zeyl mesabesindedir.
İlm-i belagat “Kelamın cevdetini ta‘lil ve izah eden” diye tarif edilir. Tariften de anlaşılacağı üzere, bu ilim, sözün cevdetini icat eden ve meydana getiren değildir. Nasıl ki ilm-i mantık, mantık kaidelerini, ilm-i nahiv de nahiv kaidelerini icat etmemiş ise, belagat ilmi de kendi kaidelerini icat etmemiştir. Belagat ilminin yaptığı sadece mevcut olanı gün yüzüne çıkarmak, bunları izah ve ta‘lil etmekten ibarettir.
Kelamın Cevdetini Meydana Getiren Nedir?
Kelamın cevdetini meydana getiren ise hislerimizle birlikte “zevk” diye tabir ettiğimiz bir melekedir. Bu bir meleke olması hasebiyle kitaptan ezberlenip öğrenilebilecek, yahut hocanın ağzından alınabilecek bir şey değildir. “Zevk”in ehemmiyetine bu sahada ciddi emek vermiş olan Ebu Yakub es-Sekkakî (v. 626/1229) şu sözleriyle işaret ediyor: “Bil ki; icaz çok acayip bir şeydir. İdrak edilir ancak anlatılamaz. Veznin yerli yerinde olması gibi; idrak edilir lakin anlatılamaz. Aynen tatlılık gibi. Bana göre ise icazı idrak edebilmenin tek yolu “zevk”tir. Zevki elde etmenin yolu ise bu iki ilme (meani ve beyan) hizmetten geçer”.[2]
Elbette Sekkakî’nin sözleri “zevk”i elde etmenin yolu sadece bu iki ilimle iştigal etmekten geçer manasına gelmez elbette. Bu sadece yollardan bir yoldur. Bu yüzden belagat ilmini tahsil etmiş, hatta bu sahada ihtisas yapmış birisinin “belîğ” بليغ)) olması beklenmez; beklenemez. Ondan beklenen tek şey kitaplarda takrir edilen meseleleri kavrayıp aktarmaktır. Bunun aksine bu ilmin hiç adını bile duymamış bir insan “belîğ” olabilir. Buna istinaden ulemâ daima “beliğ” ile “belâğî”yi بلاغي)) birbirinden ayırmıştır.
Belagat ilminin sadece bir sözün “ne demek istediği” için değil, “ne dediğini” anlamak için bize hoca olacağını anlamak için bunu -beyan ilmine ait olmak üzere- bir misal üzerinden tahlil edelim.
“Kelâmda nahiv, yemekteki tuz gibidir.”
(النحو في الكلام كالـملح في الطعام)
Teşbihte dikkat edilmesi gereken dört unsur var. Bu dört unsurun hepsi her zaman zikredilmesi gerekmez, hatta çoğu yerde bazılarının zikredilmemesi daha evlâdır.
Mevzubahis dört unsur şunlardır:
1) “Müşebbeh” (Benzeyen)
2) “Müşebbeh bih” (Benzetilen)
3) “Edat-ı teşbih” (Benzetme edatı)
4) “Vech-i şebeh” (Benzetme yönü)
Ele alacağımız misalde “nahiv” (müşebbeh) “tuz”a (müşebbeh bih) benzetilmiş ve edat olarak “kef” harf-i ceri kullanılmış ki bu dilimize “gibi” şeklinde tercüme edilebilir.
Teşbihte aramamız gereken dört unsurdan üçünü tespit edilmiştir ve bulmamız gereken ve aynı zamanda tespit edilmesi en zor olan vech-i şebeh kalmıştır. Ne olabilir diye düşündüğümüzde:
“Bu teşbihteki vech-i şebeh azlık ve çoklukla alakalıdır. Çünkü tuzu yerinde olan yemeğe kimse hayır demez. Herkes tarafından kabul görür ve afiyetle yenir. Lakin tuzu çok olduğunda işin tadı çakar; yemek artık yenmez ve pek makbul kabul edilmez. Aynı şekilde konuşma ve yazıdaki nahiv de böyledir, azı karar çoğu zarardır” tarzında bir şey denebilir.
Görüleceği üzere vech-i şebeh “azlık-çokluk” olarak tayin edilmiştir. Lakin gözden kaçan bir husus var, o da; bir şey başka bir şeye benzetildiğinde, “vech-i şebeh”in her ikisinde de mevcut olması gerektiğidir. Bir teşbihte muhakkak iki tarafta da (tarafeyn) müşterek mevcut olan bir “vech-i şebeh”in bulunması zaruridir. Bu müşterek cihet, hem benzeyen hem de benzetilen şeyde mevcut olması gerekir ki teşbih doğru bir biçimde gerçekleşsin. Bu yüzden mesela “tatlılık” cihetinden bir dilim baklavayı bir masaya benzetmek abes olur.
Tuzda ise azlık ve çokluğun vukûu mümkündür. Lakin nahiv ilminde ise bu mümkün değildir. Çünkü nahiv ilmi -kaidelerine riayet etmek açısından- azlığı ve çokluk ve azlığı kabul edebilecek bir mevkide değildir. Yani; ya bu ilmin kaidelerine riayet edilir ve söz bir mana ifade eder, ya da riayet edilmez ve bu sözden ne kastedildiği anlaşılmaz.
Bu Sözün Vech-i Şebehi Nedir?
“Kelâmda nahiv, yemekteki tuz gibidir” sözündeki vech-i şebeh ise varlık-yokluktur. Yani: Nasıl ki yemekte tuz varsa makbul ve maksada elverişli ise; kelamda da nahiv varsa makbuldür ve maksada elverişlidir. Ve nasıl ki yemekte tuz olmadığında makbul sayılmadığı gibi, kelamda ise nahiv olmadığında maksada elverişli değildir. Zira o olmadan kelam (doğru) anlaşılmaz.[3]
Velhasıl; elbette ilmu metni’l-lüga (kelime dağarcığı), sarf ve nahiv ilimlerinin ehemmiyeti inkar edilemeyecek kadar büyüktür; lakin her yerde ve her derde şifa değildir. Elinin uzanamadığı birçok yer vardır ve bugün bunu bir misal üzerinden tahlil etmeye çalıştık.


